Güngör Erçil
MUÇEP Datça Meclisi Gönüllüsü
Bayram tatillerinde magazinel şeyler yazmak adettendi(r). Artık Bayram Gazetesi çıkmıyor ama, ben de tatile uygun, magazinel bir yazı yazayım dedim güya. İçimizi daraltan haberler tatil tanımadığı için yazı da pek keyifli, magazine uygun olmadı sanırım. Üç adım ötede, Akbelen’de İkizköylüler ve destekçileri orman kesilmesin diye nöbet tutmak zorunda kalırken bu kadar oluyor.
Steve Cutts’un ilk izleyişte çok hoş gelen bir animasyon videosu var internette: Man. Sanal dünyada farklı uzunluklarda versiyonları dolaşıyor. Üç küsur dakikalık bir versiyonu (https://youtu.be/WfGMYdalClU ) üzerinden, aklıma gelen bir iki soru sorup, kendimce yorumlarımı paylaşmak istiyorum.
Videonun başlangıcında ilk sahne olarak 500 bin yıl önce yazısını görüyoruz. Sincapların mutlu mesut vakit geçirdiği bir ormana, doğal yaşam alanına düşüveren welcome (hoş geldin) tişörtlü erkek-insan, önce bir böceği eziyor. Sonra sırada iki yılanı öldürüp kendine çizme yapması var.
Animasyon video, bir yanıyla gerçekçi ve hoş; üç dakikada, dünyadaki üretim artışının ve gezegenin tüketilmesi çılgınlığının giderek otomatikleşen, ‘doğallaşan’ işleyişe dönüşümünü resmediyor. Bu dönüşümün aynı zamanda doğanın, doğal varlıkların tüketilmesine dayandığı gayet güzel anlatılıyor. Sonunda varılan yer, denizlerin, ormanların, hayvanların; bütün doğanın, bütün gezegenin tüketildiği ve çöple kaplı bir dünyanın tepesindeki tahtına muzaffer bir edayla oturan man (mankind’in İngilizcede insanlık anlamına geldiğini de hatırlayalım).
Erkek-insanımız çöple kaplanmış bir dünyanın tepesinde kurulmuş tahtında güce dayalı bir keyifle otururken, bir uzay gemisi (ufo?) geliyor. Kapılarını açan gemiden çıkan iki uzaylı, tahtında oturan man’ı bacaklarından sürükleyerek ortaya getiriyor ve üstünde tepinerek welcome yazan bir nesneye dönüştürdükten sonra geldikleri gemiyle uzaklaşıp gözden kayboluyor.
Zaten linkini verdiğim videoyu bu kadar uzun anlatmak abesle iştigal belki ama, aklıma gelen soruların anlaşılması için bu özeti yapmak zorunlu gibi göründüğü için yazdım.
Videonun başındaki 500.000 yıl önceki erkek ya da insan 500 bin yıl önce, gerçekten resmedildiği gibi miydi? Evrimini henüz tamamlamamış insan gerçekten doğayı yok eden tür olarak doğanın ortasına mı düştü?
Bu soruya evet cevabını verirsek, insanın tür olarak doğayı yok etme üzerine kurgulu bir bedene ve akla sahip olduğunu söylemiş olacağız. Bunun olağan sonucu olarak, insan özü itibariyle kötüdür gibi bir çıkarsama da yapılabilir kaçınılmaz biçimde. Bu cevabın akla getirdiği soru şu: insan aklı tarihi aşan bir zaman içinde hep böyle, doğayı tüketme anlayışıyla mı biçimlenmişti? Evet dersek, endüstriyel üretime karşı çıkmanın tutarlı bir mantığı olabilir mi? Böyle düşünürsek, endüstriyel olmayan geleneksel tohum türlerini korumayı, yaygınlaştırmayı; kadim üretim havzalarını nasıl savunacağız? Bugün egemen hale gelmiş endüstriyel üretim de insan aklının ürünü…Böyle söylersek, biz nasıl ‘iyi’ olabiliyoruz sorusu cevapsız kalır.
İyimser bir yorumla, bütün bunların arkasında insanın aslında tür olarak böyle olmadığı, videonun başlangıcında gösterilen 500 bin yıl önceki erkek-insanın o zaman böyle bir zihne sahip olmadığı kabulünün yattığını söyleyebiliriz. “Peki ne zaman erkek-insan bugünkü doğaya hakim olma zihniyetine sahip oldu?” sorusu anlamlı bir soru olur bu durumda. Bunun cevabı bu yazının boyutlarını çok aşan ciltler dolusu bir teorik tartışmanın konusu kuşkusuz.
Burada çok kısaca insanın evriminin aynı zamanda doğayla ilişkilerinin, bütün canlılarda olan hayatta kalma güdüsünün bir görüngüsü/biçimlenişi olduğunu söylemek mümkün. Varoluşu sürdürme güdüsünün, erken zamanlarda, diğer türlerle eşit, onlar üzerinde hakimiyet kurmaya değil, varolmaya çabalayan bir aklın ve davranma biçiminin göstergesi sayılması gerektiğini düşünüyorum. Peki, ne zaman erkek-insanın aklı ‘doğaya hakim olma’ biçiminde işlemeye başladı? Bu soruya birden çok ‘tarihsel ana işaret ederek cevap verilebilir kuşkusuz. Örneğin, Macellan’ın Hindistan seferini, örneğin Vespucci’nin Amerika kıtasını keşfetmesini; aynı tarihlere rastlayan Avrupa’daki çitleme hareketini; bugüne gelirsek, küreselleşme döneminde hakimiyet anlayışıyla dünyanın ulaşılmamış yörelerinin piyasa tarafından ulaşılır hale gelmesini söyleyebiliriz. Halen ulaşılmamış ve Batı aklının işleyişinin dışında, ‘ilkel’ olarak nitelenen, antropoloji biliminin inceleme konusu sayılan küçük dünya parçaları, orada yaşayan topluluklar, insanlar tabii ki var. İnsanın doğa üzerinde tahakküm kurma güdüsünden söz ediyorsanız, bu güdünün ne zaman hangi tarihi koşullarda egemen fiili durum haline geldiği konusunda da bir şey söylemeniz gerekiyor. Yoksa tarihsel bir olgudan değil, ‘insan türü’nden söz ediyor olursunuz. Siyasetin anlayıştan, teorik kökenden bağımsız olduğunu söylemiyorsak, siyasi tutum alma açısından doğru olan da bu fiiliyatın ne zaman, nasıl oluştuğunu gözetmek, bunu söze dökmek gibi görünüyor. Bunu söyleyince, geçmiş zaman özlemi içinde bir muhafazakâr olarak nitelenmek mümkün. Öyle mi gerçekten, tek çıkar yol bu mu?
Kuşkusuz sistem herkesi belli biçimlerde davranmaya zorluyor. Bu zoru nereye koyacağımızı pek bilemiyoruz, o konuda kafamız karışık. Karşımızdaki kurumsallaşmış zoru doğru yere oturtarak kendi hayatımıza bakmamız gerekiyor. Alışkanlıklarımız, olağanlaşmış gündelik hayat pratiklerimiz üzerine düşünmek, onları değiştirmek için çaba harcamak. Demokrasi fikri, eşitlik, başkaları-doğa üzerinde tahakküm kurmama idealine nereden baktığımız üzerine düşünmek… Ekoloji düşüncesi özgürlüğü eşitliği-demokrasiyi bunun içindeki insanı da kapsıyor. Uzaydan gelenlerin, sizin dokun(a)madığınız, dünyayı yok eden erkek-insana hak ettiği dersi ‘şiddetle’ vermiş olması mı kurtaracak dünyayı? Bu soruya evet cevabı verebilir miyiz!
Hangi güçle hayatta kalınıyor sorusunu sormak makul görünüyor. Bireyin bedensel gücü mü söz konusu olan? Öyleyse, bedensel gücün, giderek azalan biçimde, çokça kullanıldığı tarımdan kaçış niye? Neden gençler tarımla daha az ilgileniyor, yapmak istemiyorlar? Tarımın, uygulanan politikalarla ekonomik olarak sürekli kaybediyor olması önemli tabii ki. Ama, bu yapmak istemeyiş, bedensel gücün toplumsal değerinin hiçlenmesi, o bedensel gücün yerini makinaların almasıyla da ilgili. Bu kendiliğinden olan doğal bir süreç değil, bütün dünyada tahakküm kurmuş bir sistemin işleyişinin gereği, ortaya çıkardığı sonuç. Çocukluğumdaki en ağır işlerden biri, kışlık samanı samanlığa yerleştirmekti. Şimdi hiç kimse saman yerleştirmiyor samanlığa, makinayla yapılıyor o iş. Bunların arasında bir bağlantı yok demek, karanlıkta mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor biraz.
Animasyonun sonundaki ‘ufo’yla gelen uzaylıların erkek-insanı pestil gibi çiğnemesi kurtarıcıyı nerede aradığımıza, bizi, Dünya’yı kimin nasıl kurtaracağına dair bir öngörü ve tez içeriyor. Welcome’nin yerinde duruyor olması dikkat çekici! Animasyonun mantığına bakarsak beş yüz bin yılda değişen bir şey yok demek. Welcome mottosuyla doğal yaşamın sürdüğü dünyaya düşmüş olan insan türü, beş yüz bin yıl sonra başka bir tür tarafından yok ediliyor. İnsanın yaşadığı mekanla, doğayla uyumlu bir hayat sürmesini mümkün kılacak bir evrim lazım. Devrim olmadı, 500 bin yılda da olmadı, evrim verelim?
Toplumsal eşitsizliği meşrulaştırmak için çokça kullanılan sosyal Darvinizm alttan alta kendini gösteriyor sanki, uzaylıların erkek-insanı ezmesiyle: “Güçlü olan hayatta kalır.” Ee, n’olacak bundan sonrası? Son cümle, Only Lovers Left Alive (Sadece Aşıklar Hayatta Kalır/JimJarmusch) filmini, bu bağlamda iddialı adını aklıma getirdi. Milas-İkizköy’de orman kesimine karşı tutulan nöbetin sürdüğünü unutmadan: belki de gerçekten sevmek, aşktır başka bir dünyayı yaratacak olan…
[…] Güngör Erçil, geçen hafta sormuştu: “Dünyayı Kim Kurtaracak” (bkz: https://datcagundem.wordpress.com/2021/07/24/dunyayi-kim-kurtaracak/). Tartışmayı Steve Cutts’ın çizgi filminden yola çıkarak […]